Malta Adası üç takım adadan oluşan (Gozo, Comino ve Malta) Akdeniz'in bütün güzelliklerini barındıran küçük şirin bir ülke. Gezdiğiniz zaman kolay kolay tanı getiremeyeceğiniz tamamen kendine özgü bir yer. Ne batı ne doğu diyebileceğiniz, Akdeniz'in tuzu ve sıcaklığını taşıyan, doğunun eşsiz mimari estetiğini kazanmış, batılı tarzda yaşam kültürüne sahip, farklı kültürleri bir arada görebileceğiniz bir ada ülkesi. Adayı tanımanın en iyi yolu elbette gezip görmek ancak gezip görmek isteyenler, isteyip de göremeyenler veya sadece gezi yazısı okumayı sevenler için tanıtmaya çalışacağım.
Ne zamandır yapalım dediğimiz "İstanbul'u Keşif Gezileri"ne sonunda başlıyoruz. Gezi formatımız -fotoğrafçıların kameralarıyla birlikte yürüyüp yolda ilginç gördükleri şeylerin fotoğrafını çektikleri tarz bir etkinlik olan- photowalk olacak. Bizimkisine photo/videowalk desek belki daha doğru olur. Bol bol fotoğraf ve video çekeceğimiz, İstanbul'u tanıyacağımız, eğleneceğimiz, belki birbirimizden bir şeyler öğreneceğimiz bir etkinlik bu. Profesyonel bir makinanızın olması şart değil, telefonla bile fotoğraf çekebilirsiniz. O da yoksa hiç dert değil, model olursunuz veya sadece yürürsünüz.
[2011 yılında gerçekleştirdiğim Rusya-Kazakistan-Moğolistan seyahatimden notlar serisi 13]
Ve tekrar Rusya'dayız. Özlemişim.
...
[2011 yılında gerçekleştirdiğim Rusya-Kazakistan-Moğolistan seyahatimden notlar serisi 12]
Ulan Batur ne kadar da farklı bizim şimdiye kadar gördüğümüz Moğol şehirlerinden; şehre giden bütün yollar asfalttan.
Şehre girdiğimiz gibi kendimi evde gibi hissettiren bir trafik ve çarpık kentleşme manzaraları.
[2011 yılında gerçekleştirdiğim Rusya-Kazakistan-Moğolistan seyahatimden notlar serisi 11]
Ulaangom'dan Ulan Batur'a
Sabahtan konuşuyoruz Ulaangom'da meydanda bekleyen şoförle. Asıl istediğimiz Moğolistan'ın kuzeyindeki şehirleri takip ederek bir hafta içinde ulaşmak Ulan Batur'a ama konuştuğumuz herkes bu planın kesinlikle imkansız olduğunu, ancak bir kez Ulan Batur'a vardıktan sonra istediğimiz herhangi bir şehre gidebileceğimizi söylüyor. Biz de yolculuğumuzun başında bu sözlere kulak asmayıp önce şu köy, sonra bu köy deyip iki günde ancak iki yüz elli kilometre kadar yol alabildiğimizden en sonunda "acı gerçeği" kabulleniyor, öğleden sonra beşte Ulan Batur'a hareket etmek üzere şoförlerden biriyle anlaşıyoruz.
[2011 yılında gerçekleştirdiğim Rusya-Kazakistan-Moğolistan seyahatimden notlar serisi 10]
Zamanın eğilip bükülüp küçülüp sonunda yok olduğu noktadayım. Belki de henüz hiç var olmadığı, doğmaya gebe olduğu.
Bir keşif mi zaman yoksa bir icat mı? Yoksa zamansızlık mı keşfedilen ya da icat edilen?
[2011 yılında gerçekleştirdiğim Rusya-Kazakistan-Moğolistan seyahatimden notlar serisi 9]
Kazakistan'dan Altaylar'a giden yolumuzda bir geceliğine Barnaul'da kalmaya karar veriyoruz. Bizi misafir eden Victoria, iki yazdır Türkiye'de farklı otellerde animatörlük, ayrıca Anadolu yollarında sırt çantasıyla seyyahlık yapmış. Dolayısıyla biraz Türkçe laflama şansı buluyor, onun Türkiye yorumlarını dinliyorum. Genel olarak bütün yorumları çok olumlu, sadece Türk erkeklerin fazla duygusal ve dramatik oluşlarından şikâyet ediyor ve Türk kadınlarını erkeklere göre daha mesafeli bulduğunu söylüyor; yorumları çok beklenilir ama aynı zamanda gerçekten çok içten olmalarıyla güldürüyor beni.
[2011 yılında gerçekleştirdiğim Rusya-Kazakistan-Moğolistan seyahatimden notlar serisi 8]
...Trende karşımda yatan Kazak kadın benim bu yaşta buralarda geziyor olmamı hiç tasvip etmiyor, cık cık cık cık... Sonra da Kazakistan'da devletin Amerika'ya burslu okumaya gönderdiği bazı başarılı öğrencilerden bahsetmeye başlıyor. Yurtdışındaki bütün masrafları karşılanan bu öğrencilerin ailelerinin gayrimenkullerinin ipotek altına alındığını; daha sonra öğrencinin okulunda başarısız olması halinde ailelerin tüm mal varlıklarını kaybettiklerini ve böyle büyük bir kaybın sorumlusu olan çocukların da birçoğunun intihar ettiklerini anlatıyor. Uykuluyum; "Senin 'kız başına' yabancı memleketlerin trenlerinde ne işin var" ile Kazak öğrencilerin trajedisi arasındaki bağlantı kopuk kalıyor. Aramızda duran plastik çay fincanım, ne cıkcıklarından ne delici bakışlarından ne de daha çok monolog halinde ya da diğer tren yolcularına hitap biçiminde gerçekleşen hutbelerinden koruyabiliyor beni. Ne zaman varacağız acaba?
27-30 Ağustos 2013
Kendi dillerindeki ismiyle "Beograd" yani "Beyaz Şehir". Bu nitelemeyi, geleceği belirsiz olan bir şehre konulan renk olarak yorumladım açıkçası. Bir yandan her şey çok eski, savaşın kokusu bile duruyor denebilir, bir yandansa yenileşme çırpınışları. Turizmlerinin buna katkısı oldukça fazla olacaktır. Her ne kadar çok fazla görülecek yer olmasa da insanların pek çoğu keşfetmeye geliyor bu şehri. Belki de bir kısmı savaştan ne kadar yara aldığını görmeye.
[2011 yılında gerçekleştirdiğim Rusya-Kazakistan-Moğolistan seyahatimden notlar serisi 7]
Kazakistan'a geçmeden önceki son durak Kurgan'da genç evli bir çiftin yanında kalıyorum. Evlerinin rahatlığı, ilgileri bir yana etrafa yaydıkları pozitif enerji, dışarıdaki asık yüzlülük ve iletişimsizlikten sonra bana öyle iyi geliyor ki... Evde bir tarantula, bir yılan, bir bukalemun ve biri siyah, biri beyaz iki kocaman kediyle aynı odayı paylaşıyoruz. Varmadan önce sadece yol üzerinde bir durak olarak gördüğüm Kurgan'da bir güzel moral topluyorum, bir o kadar güzel sohbet ve röportajlar da cabası.
[2011 yılında gerçekleştirdiğim Rusya-Kazakistan-Moğolistan seyahatimden notlar serisi 6]
Ufa'da küçük bir dairede, kalabalık bir ailenin yanında kalıyorum; o kadar kalabalık oluyoruz ki iki kişi mutfakta yatmak zorunda kalıyor. Pelminiy (bol etli, daha büyükçe mantı -"Пельмени"), biliniy (Rus krebi - "Блины") yiyoruz bol bol. Bir de küçük bebek var.
[2011 yılında gerçekleştirdiğim Rusya-Kazakistan-Moğolistan seyahatimden notlar serisi 5]
Lenin, Kazan'daki Devlet Üniversitesinde sadece dört ay okumuş olmasına rağmen, şehirdekiler ve özellikle de üniversite onunla gurur duyuyor. Üniversitenin ana binasının hemen karşısındaki bahçede büyük bir heykeli var; evinde kaldığım Evgenya, ben burada beş yıl okudum hala bir heykelimi yapmadılar, diyor... :)
[2011 yılında gerçekleştirdiğim Rusya-Kazakistan-Moğolistan seyahatimden notlar serisi 4]
20.08.2011
Beni Kazan'a götürecek kızıl yıldızlı trene binişim biraz zorlu, oldukça da komik oluyor.
[2011 yılında gerçekleştirdiğim Rusya-Kazakistan-Moğolistan seyahatimden notlar serisi 3]
Yemek, yemek, yemek... Üzerinde tereyağı eritilen tepeleme tabak dolusu psi halujlar (matazlar), ardı arkası gelmeyen karpuzlar kavunlar, ballar, reçeller...
[2011 yılında gerçekleştirdiğim Rusya-Kazakistan-Moğolistan seyahatimden notlar serisi 2]
Büyük binalar ve yüksek topuklar.
Geniş caddeler ve şehrin her köşesinden sızan güzel melodiler.
[2011 yılında gerçekleştirdiğim Rusya-Kazakistan-Moğolistan seyahatimden notlar 1]
16.08.2011, Krasnodar
Buradan bir gideceğim-gidiyorum bile diyemeden varıyorum Rusya'ya. Son iki haftadır yaşadığımız taşınma telaşından sonra uçağımın kalkmasına üç-dört saat kala ancak hazırlayabildim çantamı. Bir sürpriz yapıp İstanbul'a gelen annemle babam havaalanına kadar bıraktılar beni; uçağa bindikten sonra havalanmasını bekleyemeden, kemerlerimi bağladığım gibi uykuya daldım. Uyandığımda alçalmaya başlamıştık bile. Uçaktan indiğimde iki duraklık bir metrobüs yolculuğu kadar yol gitmişim hissindeyim.
Ben bir kuş gözlemcisi olarak serçelere her zaman üzülmüşümdür. Çünkü her yerdedirler ve kimse onları dikkate almaz. İşte bu sebeple serçenin Almanya'nın güneyinde Einstein'ın doğduğu şehir olan minik ve şirin Ulm'un simgesi olduğunu gördüğümde çok sevindim. Bunun çok da güzel bir sebebi var. Daha şehre yaklaşırken her şeyden önce gördüğünüz Ulmer Münster Kilisesi. Bana anlatılana göre, bu kilise yapılırken serçeler malzeme taşıyarak yardım etmişler. Bu yüzden şehrin çeşitli yerlerinde örneğin çiçekçinin önünde çizmeli ve tırmık taşıyan, kuaförün önünde ağzında tarağıyla serçe figürlerini görebilirsiniz.
Çocukluğumdan aklımda kalan kuyruklu, altıgen, renkli uçurtmalar...
Özellikle çocukların dünyasına renk katan uçurtma, sadece bir oyuncaktan mı ibarettir?
Hiç duydunuz mu uçurtmalar ile mektup gönderildiğini?
Tıpkı daha önce gittiğim bir adanın havası vardı Alaçatı'da. Mykonos mu ona benzer, o mu Mykonos'a. Sanki karşı kıyılarda birbirlerine benzer sokaklar, kafeler yaratılmıştır.
Ve hikâye biter...
Yağmur, soğuk, fırtına... Çok kişiden duymuştum Haifa'nın methini, fakat benim Haifa'daki iki günüm oldukça ıslak ve soğuk geçiyor. Bahai Tapınağı'na şöyle aşağıdan bir bakış atmak ve tapınağın önündeki caddede kendimi bir kafeden diğer kafeye atmak haricinde kayda değer pek de bir şey yapmıyorum. Üstümdeki iri damlalı koca gri bulutlar ve yolda geçirdiğim onca zamanın yorgunluğu üstüme çöküyor sanki Haifa'ya girdiğim anda.